Dr. Murat Kemaloğlu – Antalya Ruhbilim Okulu
Günlerden birgün Antalya’daki evimizin kapısı çalındı. Gelen Tanrı misafiri, Alp Buğdaycı’ydı. Özel bir ses tınısı ve diksiyonu olan bu zarif adamı Antalya’da birkaç gün ağırladık, gezdirdik, onunla uzun ve derin sohbetler ettik. Bana “Kan Sıcak Akacak” adlı kitabını imzalayıp hediye etti. Eseri yasaklanmış, piyasadan toplatılmış, ardından hapse girmiş. Romanında anlattığı kişilerin ve betimlediği hapishane ortamının aynısını daha sonra gerçek hayatta, hapishanede aynen yaşadığını söyledi. Merakla “Böyle bir şey nasıl olabilir? Hiç bilmediğim, görmediğim yerleri yazıyorum ve bir süre sonra kendimi o yerleri ve o kişileri yaşarken buluyorum,” dedi. Ona, yaşadıklarını yazanların zanaatkâr, yazdıklarını yaratanların da gerçek sanatçılar olduğunu söyledim. Bunun bir “wizard” işi olduğunu belirterek Alp’i “Yazarların neyi nasıl yazdıklarına dikkat etmeleri gerekir,” diye uyardım.
“Kan Sıcak Akacak”, edebiyatın geleneksel anlatı kalıplarının ötesine geçmeyi başarabilmiş bir yapıt. Hapishaneden firar eden üç mahkûmun hayatta kalma mücadelesi anlatılıyor. Hem karakterlerin kişilik özellikleri hem de içinden geldikleri ortam metne de anlatıya da fazlasıyla sertlik kazandırıyor. Merkezsiz bir üslupta yazılmış ama her bir kahramanını merkeze alan bir anlatı. Bir megapolün cangılı andıran suç ve şiddet atmosferinde ördüğü metnini “radyofonik” olarak adlandırıyor. Tanrı yazarın ağzından değil, öznesinin gözünden konuşan bir metin. Durmadan anlatan, küfür eden, enerjik ve gergin karakterler, metinde birbirini tamamlayan hikâyelerin içinde deviniyorlar. Dilbilimci ve felsefeci Zeynep Sayın’ın “Kan Sıcak Akacak” ile ilgili değerlendirme ve analizleri kitabı daha geniş perspektiften algılamak isteyenlere tavsiye edilir.
Buğdaycı, bir yerde “Kan Sıcak Akacak” için şunları yazmış: “Popüler kültür formatlarının neredeyse tamamının kullanıldığı bu romanda, gerçekliği yok edilmiş, içi boşaltılmış bir dil vardır. Sanki dilin suyunu sıkmak ve posasını çıkarmak amaçlanmış gibidir. Kitapta, egemen estetiğin, yerleşik ahlâkın dili, defalarca arka arkaya bozundurularak kullanılmıştır. Her kahraman, tıpkı her karıldığında farklı dizilimlerle açılan 52’lik iskambil destesi gibi, birer kere, okuyucunun karşısında açılır. Kağıtlar maharetli parmaklar tarafından havada takladan taklaya savrulur; tak; hop; zıp; ve yeni bir sonuç: 52’lik deste her karıştırıldığında farklı bir kurgu çıkar. Kutu içinde açılan kutu gibi. Her hikâye ötekine bağlanır, her kutunun kapağı açıldığında yeni bir hikâye çıkar; her kapının ardından başka bir karakter fırlar. Her karakter ‘kendi’ hikâyesini anlatır ama ‘Ben’ dediği Özne’nin asıl kimliği, karakterin varolduğu veya acımasızca kaybolduğu dil labirentinde gizlidir. Bu anlamda kitap, sinemaya yakın bir mantıkla, video-performans gibi işlenmiştir: Karakter, bizzat okuyucunun karşısına dikilir ve ‘O’na anlatır. Anlatılan ‘yer’ TV ekranının içidir, zaman herhangi bir ‘yayın ânı’dır, okuyucu ise ekrana bakan kişidir. Sanki bir Kalem anlatmıyormuş da, bir Kamera kahramanlara zum’larken röportajlar da yapıyormuş gibidir. Belki de okunanlar, her ân izleyegeldiğimiz, toplum hayatının her hücresine sinmiş yapıntı bir TV programının parçalarıdır.”
“Kan Sıcak Akacak” ancak bir hafta kitapçı raflarında kalabilir. ‘Halkın âr ve hayâ duygularını rencide ettiği veya cinsî arzuları tahrik ve istismar ettiği’ gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 426. maddesi gereğince mahkeme tarafından toplatılır. Yazarı Alp Buğdaycı hakkında ‘kamu davası’ açılır. Bu karardan sonra, ‘Muzır Kurulu’nun raporuyla, “Kan Sıcak Akacak” ‘edebiyat dışı’ ilân edilir. Kurul’un hazırladığı raporda, “Cinsellik kendi sadeliği içinde değil, argo kelimelerle afişe edilmekte, hiçbir sınır tanımadan, gizlilik esasına riayet edilmeksizin seksi hayat bütün detaylarıyla sergilenmektedir” tespiti yapılır ve ”Cinsel sapık eğilimlerin yaygınlaştırıldığı, evlilik müessesesinin yıpratıldığı, Türk aile kurumuna kaynaklık eden temel değerlerin yozlaştırıldığı ve neticede toplumun ahlaki çöküntüsünün hedeflendiği” ileri sürülerek, roman ‘müstehcen’ ilân edilir. Uzun ve yıpratıcı bir yargılama sürecinin sonunda yazar mahkûm edilir. Alp Buğdaycı, 1998’de, “Kan Sıcak Akacak” romanını yazdığı ve yayımladığı için 3 ay hapis ve 136 milyon TL para cezasına çarptırılır. Kitabının kalan nüshalarının da ‘müsâdere ve imhâsına’ karar verilir; ‘aynı suçu yeniden işlememek’, yani kitabı yayımlamamak kaydıyla yazara verilen ‘ceza’ ertelenir.
Fahrenheit 451 filmini andıran bu manzaraya yani linç edilen kitaba sessiz seyirci kalınması, sadece “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dendiğinden değil, aynı zamanda linç edilen nesneyi zevkle seyretme durumundan da kaynaklıdır. Pankreas güreşinde üstü başı parçalanan sporcuyu izlemekten, kanalizasyonda linç edilen Kaddafi’nin görüntülerini televizyondan seyretmekten haz duyan kitleler elbette bir kitabın linç edilişini de zevkle seyrederler. Bazı hastalarım gözaltında ve hapishanede yaşadıkları korkunç eziyet ve işkenceleri anlattıklarında sanki Pasolini filmlerinden bir sahneyi anlatıyorlarmış gibiydi.
Sokakta hergün karşılaştığımız insanların hiçbir müdahaleye maruz kalmadan yüksek sesle söylediği laflar serbestken kullanıldığı edebiyat metninin yasaklanma ve toplatılma gerekçesi olabiliyor. Sakınan göze çöp batar. “Kan Sıcak Akacak”tan 20 yıl sonra biz televizyon kanallarının ana haber bültenlerinde ve muhtelif programlarında evlilik müessesesinin nasıl yıprandığını, Türk aile kurumuna kaynaklık eden temel değerlerin nasıl yozlaştığını, toplumun ahlaki çöküntüsünü, çekirdek ailenin aile içi cinayetlerle parçalanışını reyting hazzı yaşayan program yapımcılarının ve haber spikerlerinin ağzından duyuyoruz.
Medya ve gündelik hayat sözel ve fiziki şiddet enstantaneleriyle dolu. Matah bir şeymiş gibi ailelerin parçalanması, cinayetler ve her tür şiddet anlatılırken, psikoterapi ile intihardan, cinayet işlemekten ve şiddete başvurmaktan kurtulmuş insanlarla ilgili haberler ancak para karşılığı yapılabilir durumda.
Fransız edebiyatının aykırı yazarı Jean Genet, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hırsızlık, kaçakçılık olaylarına karışarak tam bir serseri gibi yaşar. İşlediği suçlar yüzünden sık sık hapse girip çıkar. 1948’de Fransa’da yine hırsızlık suçlamasıyla yargılanır ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Genet, kendi yaşamından yola çıkarak, yakından tanıdığı yeraltı dünyasını eserlerinde cesaretle betimler. Hırsızlar, katiller, kaçakçılar, fahişeler ve suçlularla dolu olan bu dünyanın pisliği ve şiddeti, Genet’nin güçlü anlatımıyla benzersiz bir estetik kazanır. 1942’de hapiste yazmış olduğu Notre-Dame des fleurs (Çiçeklerin Meryem Anası) adlı ilk romanı André Gide, Jean Cocteau ve Jean-Paul Sartre gibi ünlü düşünür ve yazarların dikkatini çeker. Bu yazarların Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’e yaptıkları başvuru ve verdikleri bir dilekçe üzerine Jean Genet bağışlanır. Fransız devleti ve kültür-sanat dünyası Jean Genet’yi sahiplenir. Eserlerinin çoğu Türkçeye de çevrilmiştir. Hatta birçok kitabının Türkçe çevirisi Fransız kültür kurumlarınca desteklenmiştir.
Yine Cezayir savaşı sırasında Fransa’da gerçekleşen protesto gösterilerinde başı çeken Sartre’ı tutuklatmak isteyen içişleri bakanına Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, “Mösyö, siz ne yapıyorsunuz? Sartre, Fransa’dır, Fransa tutuklanabilir mi?” diyerek karşı çıkar. “Kan Sıcak Akacak”, “Ağır Roman” gibi eserleri takdir ederek analiz edebilenler ancak “Türkiye’yi seviyorum” diyebilir. Türkiye’de de Metin Kaçan, Alp Buğdaycı gibi yazarlarına sahip çıkan ve “Onlar Türkiye’dir” diyebilen cumhurbaşkanına kavuşacağımız günlerde yaşamak dileğiyle.
Kitlelerin bir linci zevkle seyretmesi tedavi edilebilir mi acaba?
Bu başarılsaydı uygarlık ne kadar ileri gidebilirdi?
Maalesef ilk etki herzaman çok önemli.Demek ki kitabın ismi birilerini rahatsız etmiş .Bu nedenle iş görüşmesine giderken doğru düzgün giyinme sağlık verilir.Alp Buğdaycı’nın kitabının adı ,kanın zaten sıcak aktığını farklı bir metafor bularak olsa olsa ad yapmak.Örn:Yanardağın Lavları..v.b…
Yukardaki yaziyi, büyük bir dikkatle okudum, Sayin Dr. Mrat Kemaloglu ve Sayin Mesut Tim beyin yorumlari ve “kan sicak Akacak” kitabinin yazari Sayin Alp Bugdayciyi kutluyor, diger yandanda Türkiyemizde sanat a karsi gösterilen bagnazligi telin ediyorum! Kendileri, gizli, kapakli bircok pislikler yapan, sonrada kanun maddelerini ileri sürerek, sanatcilari hapislere attiran bir zihniyet, bu güne dek devam etmis ve bu günkü mutlak diktatörlük idaresinde de sinirsiz cogalmistir! Eger bir toplum, sanata sirt ceviriyorsa, toplum olmaktan cikar! Benim görüsüme göre bütün bu olaylar, Islamiyetin verdigi cahillik , ve islamiyetin cok yanlis yorumlanmasindan ileri gelmektedir!