ÖNSÖZ: Bu yazı tarafımdan yıllar yıllar önce AHMET DİNÇ’e baskı ile yazdırılmış bir yazıdır… Yazıda anlatıldığı gibi ölmüşlüğüm falan yok. Yaptığım çalışmalardan sonra ben öldüğüm zaman ardımdan yazı yazacaklar, şiirler okuyacaklar vs. diye dillendirince Ahmet Dinç, “O zaman, o yazıyı sağken yaz, okuyayım, teşekkür edeyim, öte tarafa teşekkür borçlu gitmeyeyim” dedim… 6 aylık baskıdan sonra 12 Aralık 2018 günü yazıyı bana teslim etti ve ben de aynı gün yayınladım… Dünya edebiyat tarihinde böyle bir yazı yok sanırım… Ölümümden sonra yazılacak yazıyı da okumuş oldum böylece… Kütüphane çalışmalarımız büyük bir hızla sürüyor… Bu yazıyı okuduktan sonra çalışmalara sizler de gönüllü olarak katılmak isteyeceğinizden eminim… KEŞKE dememek için… SEVGİMLE…
‘’Bütün günler ölüme gider, son güne varır’’ {Montaigne} Dün Mesut Tim’in son günüydü. Yani ölüme varış günü. Daha o günün gecesi konuşmuştuk oysa. Açacağı kütüphanenin hazırlıklarıyla uğraşıyordu odasında, bilgisayarının başında. ‘’Az kaldı işim. Hemen şu afişleri de hazırlayıp uyuyacağım’’ demişti bana. Uyudun, uyanamadın ha Mesut! İnanamadım ölüm haberini aldığımda. Önce bir garip sızı çöktü göğüs kafesimin tam ortasına. Yürek coğrafyamın, bire bin veren bereketli topraklarında, biranda çökerek açılan, derin ve büyük bir obruk oldun adeta. Kapanmayacağını, hep orada kalacağını bildiğim, canımı acıtan, başımı döndüren, zamansız, koskocaman bir boşluk işte.
Ölümle ilgili şakalar yaparken o’na, bilemezdim bu kadar canımın acıyacağını, gerçek olduğunda. Ne zaman ölüm konusu açılsa aramızda, ki hep ben açardım konuyu, Mesut’u kızdırmak adına ‘’Sen ölünce heykelini dikecekler, ben de açılışında şiir okuyacağım’’ derdim ‘’Ben Tanrı ile anlaştım ölünceye kadar yaşayacakmışım’’ derdi, gülerdik. ‘’Hem bana bak, zaten ölüm gelince ben olmayacağım, neden korkayım ki ölmekten? İster heykelim dikilsin, ister şiir oku, banane ya, ne haliniz varsa görün?’’ derdi yine gülerdik. Hep, en zor zamanlarımız da gülerdik. Ellerimizde ki, kitap poşetlerinin ağırlığını, kollarımızda hissetmemek adına; açacağımız köy kütüphanelerinin hayalini kurarak yürürdük o uzak mesafeleri, yorulmazdık, sohbet eder gülerdik. Poşet poşet taşıyıp, kendine göre her semtte oluşturduğu, dostlarına ait işyerlerinde ki veya evlerinde ki, kitap toplama merkezlerine biriktirdiği kitapları, bir de kütüphane açılışında kolilerle omzunda taşırdı sonra. ‘’Bak poşetle kitap taşımaktan, kollarım uzadı’’ derdi gülerdik. Biz en zor zamanlarımızda gülmüştük seninle, canımız çok acıdığımız zamanlar da bile gülerdik. Hiç umudumuzu yitirmemiştik, yarınlara dair. Ya şimdi?
Öğlen namazını müteakiben cenaze namazının kılınacağı camiinin bahçesi çoktan dolmuştu oraya ulaştığımda. Bahçesinin köşesinde bulunan musalla taşında Mesut’un naaşı yerini almıştı bile. Her gelen tabutun başında bir dua okuyor, elini yüzüne sürüyor, sonra tanıdıklarının olduğu bir grubun yanına gidiyor, sohbete katılıyordu. Caminin bahçesinde ve dışarıda, dörder, beşer kişilik gruplar halinde koyu sohbetler yapılıyordu. Kalabalığın arasından tabuta doğru ilerlerken, bir yandan başımla tanıdıklarıma selam veriyor, bir yandan da, konuşmalara kulak kabartıyordum. Tabi ki, sohbetlerin konusu Mesut’tu. ’’ Vay be adam ömrünü verdi şu kütüphane işine’’ ‘’Yemedi, içmedi, kitap topladı’’ ‘’Akıllı adamın yapacağı iş değildi vallahi’’ ’’Adam, yok kitap, yok kütüphane diye diye öldü gitti be’’ ‘’Her baba yiğidin harcı değil kardeşim, yüzlerce köye kütüphane açmak’’ Kalabalığın arasında zorla da olsa yol bularak, tabutun yanına ulaşmıştım sonunda. Bir dua okudum. Tabutun yan tarafına geçip, ellerimi önümde birleştirerek durdum. Artık daha fazla tutamadım gözyaşlarımı. Öylece kalmıştım işte, elinden oyuncağı alınan çocuk gibi, çaresiz, aciz, aç, çırılçıplak oracıkta. Başımı öne eğerek, kimselere belli etmeden, kimselere duyurmadan, kulağına fısıldar gibi adeta, Mesut’la konuşmaya başladım, sessizce; ’’Ne olacak şimdi, ne vardı çekip gidecek? Oğlum ne biçin adamsın sen ya? Daha yapacak çok işimiz vardı hani? Şimdi bu gitmek neyin nesi? Senin yaşam amacın kütüphanelerdi, sonra geldin bana da bulaştırdın, koş sağa, koş sola, kitap topla, yer bul, hatta birlikte koşturalım diye, emekli ol dedin, emekli de oldum. Koşturuyorduk işte, nereye böyle? Daha kütüphanesiz köyler var biliyorsun. Bu hafta sonu açacağımız, hazırlığını tamamladığımız kütüphane var. Ya ben ne yapacağım şimdi? Oğlum neden mızıkçılık ettin ya? Neden bırakıp gittin beni böyle Mesut? Neden?’’
Orada durmaya daha fazla dayanamadım. Sigara içmek için camii avlusundan dışarı çıktım, kalabalığın içinden bir anda sıyrılmak telaşıyla, koşar adımla. Kimseyle bir çift söz edecek halim yoktu. Kapının önünde cenaze aracı değil, Ege Üniversitesi Hastanesi’ne ait Hasta Nakil Aracı bekliyordu. Çünkü; yıllar önce, o kadar işin arasında, insanlık için koşuştururken bir de öldükten sonra da insanlığa yardım etmek adına; organ ve kadavra bağışı yapmıştı. Cenaze namazından sonra, mezarlığa değil hastaneye alıp götüreceklerdi Mesut’u. Duvarın dibine çömelmiş sigaramı içerken düşünmeden edemedim. Hatırlıyorum da, bağışı kabul eden doktorun şu sözleri çok manidardı. ‘’Muhafaza ettiğimiz her insan bedeni, bizim için kutsaldır. Çünkü; Bir çok cilt kitap okunsa dahi; insan bedeni üzerinde çalışmaksızın elde edilemeyecek bilgiler vardır.’’ Bu cümleleri Mesut’un o günlerde sayfasında ki, paylaşımında okuduğumda çok etkilenmiştim. Yani sen kütüphaneler aç kitap okusunlar diye, ha bir de kitabın yetersiz kaldığı yerde bedenini de ver. Nasıl bir bakış açısı Allah’ım? Yani şimdi adeta otopsi yapar gibi bedenini açacaklar öyle mi?’’ Orhan Veli için dostu Halim Şefik’in yazdığı ‘’Otopsi’’ şiiri geldi bir an aklıma, ürperdim. ‘’Morgda açılınca kafatası/ Doktor beyler beyin gördüler/ İndirince ten kafesine neşteri/ Doktor beyler yürek gördüler/ Yürekte ne gördüler dersiniz/ Yürekte memleket gördüler/ Dünya gördüler/ Bir de dost gördüler/ Ama bu işte doktor beyler/ Doğrusu geç kaldılar/ Çok geç kaldılar…’’ Mesut’un da yüreğinde Atatürk’ü görecekler, memleket sevdasını, kitap aşkını, kütüphane aşkını, aydınlık yarınlara ancak, bilimin ışığında ulaşılacağı inancını. Doğru bildiği yolda, korkmadan, yılmadan yürüme direncini görecekler. Belki de, şiirde şairin görecekleri dediği dostta ben olurum, kim bilir?
Organları kaç kişiye hayat verir bilmiyorum ama, yaşarken açtığı kütüphanelerle, on binlerce kişiye hayat verdiğini ve bundan sonra da vermeye devam edeceğini biliyorum. Dan Brown’un dediği gibi ‘’Kendimiz için yaptığımız şeyler bizimle beraber ölüp gider. Başkaları ve dünya için yaptıklarımızsa ölümsüzdür.’’ Kendisi için hiçbir şey yapmadı zaten. Her attığı adım hep birileri içindi. O kadar ölümsüz eser bıraktı ki ardından? Büyük bir yürüyüştü hayatı adeta. ‘’İyi geçen bir gün nasıl mutlu bir uyku getirirse, iyi geçen bir yaşam da mutlu bir ölüm getirir.’’[Leonardo da Vinci] bence çok mutlu öldü. Nasıl ağladığımıza bakıp şimdi bize ‘’Ya ne ağlıyorsunuz? Kalkın kitap toplayın, bak yarım kaldı işlerimiz, daha açılacak kütüphanelerimiz, verilmiş sözlerimiz var’’ dediğini duyar gibiyim. İdama götürülürken, yani ölüme giderken bile, okuduğu kitabın arasına ayıraç koyan Laurent de Lavoisier (1743-1794) gibi adeta; ayıraç bıraktı ölürken işlerinin arasına ve bize verdi, kaldığım yerden devam edin diye. İdealleri uğruna yaşayıp ölen, yani kendini var etmiş insanlar, tarihin genelinde olduğu gibi; toplumun icat ettiği insanlar tarafından hiçbir zaman anlaşılamamışlardır. Mesut’la çok uzun soluklu sohbetlerimiz oldu. O’nun anlaşılmak gibi bir derdi de yoktu zaten. Sadece yaptığı işi seviyor ve son nefesine kadar yapmakta kararlı olduğunu her defasında söylüyordu. ‘’Hayatın amacı yemek içmek olmamalı, bunun için gelmiş olamayız buraya, bu kadar basit bir şey için kurulmuş olamaz bu düzen’’ diyordu. Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolundan hiç ayrılmadı. Atatürk’ün ‘’Kitap okumasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım’’ sözünü şiar edindi kendine. Okudu, okuttu, okumak için teşvik etti. O’nu lideri kabul etti ve O’nun ışığında yürüdü, hiçbir zaman tereddüt etmeden ömrü boyunca.
Yıllar önce İzmir-Bornova’da bulunan Down Kafe’de Sevgililer Günü etkinliği çerçevesinde yapılan bir şiir dinletisinde tanışmıştık Mesut’la. O karşılaşmanın ikinci yıldönümünde ‘’Bir Garip Mesut Tim’’ başlıklı bir yazı yazmıştım O’na ithafen. Sevgililer gününe de denk geldiği için epey hoşuna gitmişti bu yazım ve her gördüğüne o yazının öyküsünü anlatırken ‘’ adam 30 yıllık karısına yazmadığı aşk mektubunu bana yazmış, hem de üç A4 kâğıdı uzunluğunda’’ diyor, ardından basıyordu kahkahayı. O yazımda da bahsettiğim gibi sevgililer günü etkinliğiydi ve sunuculuğunu ben yapıyordum. Şiirlerle, türkülerle akıp giden hoş program oluyordu. Katılımcıları da programa dahil etmek ve coşkuyu artırmak adına, elimde ki mikrofonu onlara uzatıp ‘’aşk nedir’’ diye soruyordum. İşte o soruyu en arkada oturan, o günlerde tanımadığım Mesut Tim’e de sormuştum ve o sessiz kalmıştı. Ben de fazla zorlamak istememiştim cevabını almak için. Ama, iki yıl sonra yazımı kaleme alırken sorunun cevabını aldığımı yazmıştım. Şimdi burada yenilemeliyim muhakkak. Aşk nedir sorusuna cevap vermedi. Çünkü; bu öyle oturduğun yerden ahkam keseceğin bir konu değildi. İliklerine kadar hissedeceğin, tüm bedenini saran hatta seni yok eden bir şeydi. Sen olduğunda o olmuyordu bir türlü. Hem aşk, hem sen yan yana durmuyordu ya da bunun adı aşk olmuyordu. Yolunda yok olabilenlerdir, birilerine yol olanlar ancak. O, içinde, en derininde, ta çocukluğundan beri kitap sevgisini büyüttü büyüttü, o kadar büyüttü ki kendisi yok oldu. O yok olunca ‘’Kitap Baba’’ var oldu. İşte gerçek aşk buydu. Çocuklara dokunmak, ülkenin geleceğine dokunmaktır. O köylere gitti, çocuklara dokundu, kokladı, ışıl ışıl gözlerinde geleceği gördü. Hiçbir çıkar beklemedi. Alkış istemedi. Sadece kitap okunsun istedi, sorgulayan, düşünen, üreten beyinler istedi. Sürülmüş, yeni baharlara gebe topraklar gibi düşün coğrafyalarına, açtığı kütüphanenin kitaplarından tohum serpilsin istedi. O biliyordu çünkü; sen hazır olunca gelirdi hayatta, istediğin ne varsa. Newton’un kafasına düşen elma da öyle olmadı mı? Yüzlerce yıldır kim bilir kaç kişin kafasına düşmüş olmalı, ağacının altında otururken, dalından kopup gelen bir elma? Oysa Newton’un kafasına düşünce devrim oldu. Çünkü; o kafa buna hazırdı.
Orhan Veli Nazım Hikmet’e ‘’Hürriyete Doğru’’ şiirinde; Görmüyor musun, her yanda hürriyet/ Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol/ Git gidebildiğin yere…’’diye seslenmişti. Tam on yıl sonra Nazım Hikmet, Orhan Veli’ye oğlum diye seslenerek cevap vermişti; ‘’Denizin üstünde ala bulut/ Yüzünde gümüş gemi/ İçinde sarı balık/ Dibinde mavi yosun/ Kıyıda çıplak bir adam/ durmuş düşünür/ Bulut mu olsam/ gemi mi yoksa/ balık mı olsam/ yosun mu yoksa?/ Ne o, ne o, ne o/ Deniz olunmalı oğlum; bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…’’ Tam da Nazım’ın Orhan Veli’ye dediğini yaptı Mesut Tim hayatı boyunca. Hiç kıyıda durmadı, kumsaldan seyretmedi hayatı. Seyirci olmadı, hep sahnedeydi. Hakkını verdi yaşamının. Kolayına kaçmadı işin. Çünkü; deniz olmaya karar vermişti çoktan. İçinde her şeyi barındıran, her şeyi masmavi kılan, yaşanılası, kıyısı olmayan, Atatürk Çocukları Kütüphaneleri’nden kitap alıp okuyan çocukların, gözlerinde ki ışığın, üzerinde yakamoz olup parladığı, bir sonsuzluk denizi adeta.
Şimdi tabutun varken omuzlarımda, bir zamanlar kitap kolilerini taşırken bana ’’Çok ağır mı?’’ diye sorduğunda, verdiğim cevap geliyor aklıma ‘’Omzumda ki yük mü yoksa yüreğimde ki yük mü daha ağır?’’ Ne yalan söyleyeyim, kıskandırdı ölümün beni. Çünkü sen; yaşadığı ömre nispeten, yokluğunda çok daha uzun yaşayanlardan olacaksın mutlaka. Yunus Emre’nin dediği gibi ‘’Aşıklar ölmez’’ be Mesut! Ölmeyeceksin işte. Bakma tabutta olduğuna bedeninin, sen, hiç o beden kafesine sığamamıştın ki zaten.
Şimdi yaşlı gözlerle, ardından el salladığıma aldırma. İnanıyorum ki; her kütüphane açılışında, sen de orada olacaksın bizimle mutlaka. Her zaman olduğu gibi, kollarını kenetleyip göğsüne, dikileceksin bir köşede. Ve ben, içinde ismin geçen konuşmalar yapacağım ve şiirler okuyacağım sana doğru, yani sonsuzluğa bakarak ve yine güleceğiz. Hiç kimse anlayamayacak aramızda ki bu oyunu. Yine güleceğiz Mesut…
Geride bıraktıkların için teşekkürler Kitap Baba…
Açtığın yolda yürüyen ve yürüyecek olan sen yürekli dostlara selam olsun…
Ahmet Dinç – Kayıp Anahtar
12.12.2018
Türk edebiyatında bir ilk olmuş ahmet abi bu yazı sizi ve mesut abiyi tanıdığıma çok sevindim çok mutlu oldum bizde daha bu gün kitapları karşıyaka merkezden karşıyaka vapur iskelesine mesut abi ile taşıdık onun yeni çırağı da var artık yani ben iyilik ve insanlık için yola çıktığında bir güzel yürekli insan mutlaka o iyilik hareketinin güzel enerjisi evrene yayıkır ve birine ulaşır ben de buna inanıyorum ustalarıma saygıyla nuri özmut