ÇOCUK VE MİNYATÜR KİTAP

ÜMİT YAŞAR IŞIKHAN

Kitap küçüktü; bir kesme şeker büyüklüğünde. Kitabı eline alıp, şaşkınlığını bakışlarına veren çocuk da küçüktü. Çocuk şaşkındı… Elini tutan baba da… Önce oyuncak sandı kitabımı. Şeker veya çiklet boyutlarındaydı. Çocuk bir içim su boyutlarında. Baba, es geçip yürümek istedi. Çocuk, elini çekerek durdurdu.
Baba, ne diyeceğini şaşırdı; çocuk babasına ne diyeceğini… Kitap elindeydi; çocuğun diğer eli babasında… Gözleri bende, benim gözlerim de onlarda. Birbirimize ve kitaba bakıyoruz. Baba, çaktırmadan cebine… Herkes bir yerlere bakıyordu. Ama bakışlarımız birbirine fark etmeden yakalanıyordu. Aramızda en temiz çocuk ve kitaptı. Küçük olanlar daha kirlenmemişti.
Çocuk, minyatür kitabı sevdi; ben çocuğu… Babası ortada kaldı. Ederini sordu adam; sustum. Ben parasını alamazdın bu kitabın. Ben çocuğun sevincini ve ışıldayan bakışlarını ve bu minik mutluluğun sonsuzluğunu istiyorum. Kitap çocuğun avucunda kayboldu; baba kendi içinde…


Aslında hepimiz aynı paydanın kahramanıydık. Ben bir katildim. Sözcük katili… Sözcükleri, özgürleşinceye kadar o kitapta hapsetmiştim. Çocuk, özgürlük savaşçısı! Baba, silahı çıkaracaktı; çocukla ikimizi öldürecekti… İkimiz de sessizce vurulacaktık… Çocuk, sessizce kitabı cebine koyup gidecekti. Ben aldığım parayı, nasıl aldığıma şaşırarak ve utanarak cebime koyacaktım. Ve adam, ikimizi de vurmuş olmanın ikilemini taşıyarak, bir daha oradan geçmemeye yeminli gibi bakacaktı.
Baba kitabı almak istemedi. Ben kitabı çocuktan geri almak istemedim. Kitap çocuktu. Hediye etmek istedim. Çocuk da istedi. Baba istemedi. Çocuk avucundaki kitabın sıcaklığını yüreğine taşırken gözlerini açmadı. İkimizin arasında bir köprü vardı… Ben çocuğun içsel çığlığını kulağımı yırtarcasına duyuyordum. Baba belki de son otobüs parasını hesaplayan düşüncelerinden sıyrılıp, kitabı çocuktan aldı. Çocuk birdenbire babasına baktı! Ben çocuğu; kitap bana… Hayatın bir helezon akış içinde var olduğunu anlatan ve Sur’un borusunu üfleyen rahiplerin boynundaki iri tespih tanelerinde ip, koptu… taneleri dağıldı. Kopan yalnızca ip gözüküyorsa da, aslında hayatın içindeki en ince ırmaktı. Taneler raflardan aşağı düşen kitaplardı. Kitaplar yükseldikçe küçülüyordu; çocuk yüreğini çıkarmadan büyüyordu. Elleri, kitap kadardı. En küçük dizenin sığındığı kutsal bir toprağın suyunu emen mürekkebin, inançlı bir bekçisiydi… Kitap artık çocukta değildi. Kitap artık benim elimde değildi. Kitap artık babanın parmakları arasında bana uzatılmıştı. Çocuk bize göre kısa boyluydu. Bana, babasına ve kitaba aşağıdan bakıyordu. Ben utanıyordum; baba telaşlıydı. Çocuk aşağıdan yukarıya bakarken, bizi kocaman görüyordu. Utanıyordum… Aşağıdan bakarken kitabın ederi yazılı noktayı görüyordu. Oysa ben para değildim. Benim kitabım da asla o yoldan geçmemişti. Ama tezgahta ben vardım ve kitabı almak isteyen çocuğa, babası karışmakla, söylememek arasında köprübaşında terliyordu…
Baba hamle yaptı, çocuğa baktı; sonra dönüp bana baktı… Elini cebine attı…


Eyvah! Silahı çekiyordu! Çocukla ikimiz yakalanıyorduk. Hazırlıklı değildik. Utancımdan yüzümü kapatmak için elimi aradım… Çocuk, bakışlarıyla kitabı alttan kocaman görüyordu. Ben perişandım. Baba istemeyerek de olsa elini cebine atmıştı… Çocuk, beni yanlış anlayacak diye geri çekiliyordum. Amacım babasını istemeyerek bir alışverişin içine sokmak değildi. Baba, bana ve minyatür kitabıma ulaşmadan önce mutluydu… Çocuk, kitabı görüp avucuna aldıktan sonra daha mutluydu. İç savaşın bütün kahramanları, aynı tezgahın önünde, tanrısal sözcüklerin saklandığı bir kitabın çevresinde toplanmıştık. Korunmalıydım. Çocuğu da korumalıydım. Çocuğun babası kararlı değildi. Ama sağ eli, sağ cebinde bozuk kurşunları arıyordu… Çocuk, kitabı alıp cebine koymak için heyecanlanıyordu. Baba, inatçı ve kararlı olduğunu, aniden cebinden çıkararak silahını gösteriyordu. Silah elindeydi. Fazla mermisi olan bir tabancanın sahibi olmasa bile, fırıncıya ayırdığı belli olan mermilerin en küçüğünü namluya sürdü…
Ah! Vurulmak üzereydim; çocuk sevinmek üzereydi… Baba, dönüp çocuğun sevincine baktığında, her şeyi yapabilirdi. Yaptı da… Avucunda kalan son parası vardı. Benim sonsuza kadar alamayacağım bir soluktu. Çocuk, ekmeği biliyordu… Çocuk, kitabı da biliyordu. Baba, hepsinin buluşmasında mutluluğu da biliyordu. Ben hiçbirini bilmiyordum. Ben bütün esirlerin en küçüğüydüm.


Tanrı’m, adam beni vurdu; hem de sevince boğulan bir çocuğun gözleri önündü. Adam, onurla çocuğuna baktı. Kitabı alıp, uzun bir yürüyüşün susuz kalan atların yelelerine sarılan bulutları da, suya dönüştürerek beni ıslattı. Ben çocuğun önünde vurulmak istememiştim. Ben, para almak istememiştim. Ben, çocuğun ekmeğinden azalan lokmayı, çocuğun balonunu almak istememiştim.
Adam beni vurdu! Yaralıydım. Kan, yüreğimin sessiz odalarından kendine doğru akarken, gözlerim çocuğun sevinciyle susuyordu. Para beni yaraladı. Para beni kirletti. Para hayatımın en iğrenç sayfası!
Çocuk mutluydu; minyatür kitap da mutluydu. Ben de, çocuktan kalan bakışlarla mutluydum. Baba da, küçük mutluluklardan kendi payını almıştı. Hepimiz çoğalmıştık. Yaralarıma rağmen, akan insan ırmağı içinde birbirimizden koptuk. Dalgalar bizi belirsiz bir adaya, kitap raflarıyla dolu yeni bir hayata taşıyordu… Sustuk; kendimizi kitap ve insan akıntısına bıraktık… Kendi rüyalarımdan uyandım… Çocuk yeni rüyalara koştu. Baba, kendi suskunluğuna…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.